Bu tarihler arasında doğanların ayrıcalıklı oldukları birçok defa dile getirildi. Mukayese etmenin ne faydası olur bilemem ama, bugünkü neslin şanssız olduğunu düşünenlerdenim.

Yukarıdaki periyotta doğanların "isteme" duygusu anne/babasının isteme duygusuyla sınırlı idi. Bizler bir şeyin abes/ayıp olduğunu bilenlerdendik. Bizim hiçbir zaman iki kat elbisemiz ya da ayakkabımız olmadı. Bizler alınan yeni bir ayakkabı ile uyuyan son nesiliz. Köy okullarında evden odun getiren, sobasını öğretmenin yaktığı bir kuşaktık biz. Karda, yağmurda, çamurda ıslanan ayakkabı ve çoraplarımızı sobada kurutmaya çalışan dayanıklı ve cesur çocuklardık. Meyveyi manavdan değil, daldan yerdik. Bizim nesilde, kafası yarılmayan, kolu bacağı kırılmayan tek çocuk bulamazsınız. Erkek çocuklar çoraptan top yapar, kız çocuklarda buldukları bezlerden bebek yaparlardı. Yani biz Adidas topları ve Barbie bebekleri görmeden büyüdük.

Çocukluğumuzda topu olan çocuk tek seçiciydi. Takımı kurar, istediğini oynatır, maçta kararları o verir, maçın en heyecanlı bölümünde topu alır gider bizde arkasından bakakalırdık. Tek söz söyleme hakkımız yoktu. Bilirdik ki söyleyeceğimiz her kötü söz yarınki kadroda olamama sebebidir diye. Paylaşmayı ve dostluğu da bilen çocuklardık. Köyde/mahallede her ev bizim evimizdi. Annelerimiz çocuklarına gönderecekleri ekmek arasını, orada oynayan tüm çocukların sayısına göre yapar gönderirdi. Bizler gurbeti de yaşadık öğrenciliğimizde, askerliğimizde ya da çalışma hayatında. Bizim gençliğimizde sağcısı da solcusu da vatanperverdi. İnandığı davanın bir neferiydi. Ama asla vatan haini değillerdi. Harçlığını arkadaşıyla karşılıksız paylaşan bir karakter yapımız vardı. Sevgimiz ve dostluğumuz asla menfaate dayanmazdı.

Babalarımız bizi sevdiklerini pek söylemezlerdi. Sebebi; onlarda babalarından öyle görmüş olmaları idi. Savaştan dönen gaziler, şehid çocuklarının yanında kendi çocuklarını sevmezlermiş, oradan kalan bir gelenek olsa gerek. Köyden geçen bir araba bizim için seyirlikti. Hele kamyonların arkasına takılıp seyahat etmek keyifli bir aktivite idi. Ufak tefek şeylerden mutlu olmayı becerebilen çocuklardık. Yemek ayağımıza gelmez, sini de birlikte yerdik. Demir kaşıkla yemenin sanki daha farklı bir lezzeti olurdu.

Hayal dünyamız çok genişti. Soğuk kış gecelerinde, sobadan tavana akseden ışığa bakıp hayallere dalar, öyle uyurduk. Karpuzu dilimleyip çatalla yemek yoktu bizim çocukluğumuzda. Ağzımız burun kıpkırmızı, dilim karpuzu öyle yerdik. Bizim zamanımızda sms, emoji yoktu. Tebrik kartı ve mektup vardı. Mektuplar büyük bir heyecanla okunur/okutulurdu. Bizler babamızın yanında eşlerimize adlarıyla hitap etmezdik.

Sevginin bir değeri, nefretin de bir sınırı vardı. Kırgınlıklar işaret parmağını orta parmak üzerine getirip "boz" komutuyla başlar, çok geçmeden sarılarak tekrar düzelirdi. Çocuk halimizle sevdalar yapardık. Öyle günlük aylık değil. Hayallerimizde onunla evlenip çoluk çocuğa kavuşmak, yaşamak ve yaşlanmak olurdu. Askere ya da il dışına giden mutlaka yolcu edilir, geldiğinde de hoşgeldine gidilirdi. Bizler değer verip, kıymet bilenlerdendik. Belki de anne babasına değer veren ve kıymetini bilen son nesil bizim çocuklarımız olacaktır.

Yazdıklarımı buraya kadar okuduysanız, bir değerlendirme yapmanızı istirham ediyorum. Dostluk, merhamet ve paylaşma duygusunun ekside olduğu günümüz mü arzu edilen, yoksa yaşadığımız onca zorluğa rağmen karşılıksız sevgi ve muhabbete dayalı bir toplum modeli mi? Paranın ve gücün şımarttığı bir nesil, ülkesi, milleti ve inancı için hangi mukaddes değere karşılıksız sahip çıkar. Ailenin merkezine anne babanın yerine çocukların konuşlandığı bir toplumda erdemli insanlar yetişmez. Çünkü çocuklar akılla değil duygularıyla karar verirler. Duygu ile yönetilen bir toplumda huzur ve mutluluk asla sağlanamaz.

Selam ve muhabbetle